İyi personeli bulmak zor, kaybetmek kolay!
Bardağı masadan kaldırıp, mutfağa götüren de süper personel!
Bardağı tasarlayan, geliştiren, üreten, pazarlayan, satışını yapan da süper personel!
Çünkü iyi personeli bulmak zor, kaybetmek kolay!
LinkedIn‘de beni takip edin: https://www.linkedin.com/in/kasimsen/
Bana ulaşmak için: kasimsen @ hotmail . com
Cep Tel: 0507 580 31 19
Proje yönetimi ve genel yönetim kavramları konusundaki her türlü bilgi ve tecrübe paylaşımı için buradayım
MÜTEHAYYİL: Kuvve-i hayaliyeden geçiren, hayal kuran. Bir şeyi görüp gözetici, idrak edici olan.
.jpeg)
Sarı öküzün hikayesini bilir misiniz? Sanırım pek çok kişi bir yerlerden duymuştur veya okumuştur. Ben yine de bilmeyenler için kısa bir şekilde anlatmaya çalışayım.
Otlakların birinde, bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki
aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş. Ancak, öküzler saldırı anında bir araya
geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük
hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenemediği için bir çare
düşünmüşler. Aslanlar, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmışlar. Öküzlerle
tatlı dille konuşmaya başlamışlar:
-“Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün, buraya sizden özür
dilemek için geldik. Biliyorum, bugüne kadar sizlere zarar verdik ama inanın
ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o sarı öküzde. Onun
rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı
başımızdan alıyor. Biz de, barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz.
Sizinle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, sizde kurtulun ve yine barış içinde
yaşayalım”.
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve
teklifi haklı bularak, Sarı Öküzü aslanlara vermişler. Bir süre sonra aslanlar
yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruğu istemişler. Öküzler, bu defa Uzun
Kuyruğu teslim etmişler. Bu olay her seferinde farklı bahanelerle sürekli
tekrarlanmış. Sayıları azaldıkça sonunda öküzler zayıflamışlar. Öküzler, birer
birer aslanların pençesinde can verirken, geriye birkaç öküz kalmış. İçlerinden
biri liderlerine,
-“Ne oldu bize, nerede kaybettik bu savaşı? Oysa, vaktiyle
ne kadar güçlüydük” diye sormuş.
Öküzlerin lideri, gözleri nemli şekilde
-“Biz”demiş, ”Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.
Sarı Öküzü vermeyecektik…”
Bazı yöneticiler bazen küçük bir çıkar için, bazen de koltuklarını korumak için küçük küçük tavizler vermeye başlarlar. Bu tavizler kimi zaman bir personel olur, kimi zaman da bir değer, bir erdem olabilir. Zaman içinde bu küçük tavizlerin yerini büyük fedakarlıklar ve büyük kurbanlar alır. İşte o noktada yöneticiler tüm iradesini ve gücünü yitirir. Çünkü tavizler verdikçe, daha fazlası istenilecek, daha da fazlası talep edilecektir. İlk başta talep edilen küçük tavizler karşısında dik duruş sergilemiş olsalardı, bu durumla karşılaşmayacaklardı.
İş hayatında verilen sarı öküzlerin ilk mazereti “bir
kereden bir şey olmaz, canım” şeklindedir. Öyle ya, ufak bir taviz vermekle çok
şey kaybedilmez! Ancak işin sonu öyle değildir.
-Bir çalışan için tüm ekibi küstürmeyi göze almak;
-Koltuğunda bir gün daha fazla oturabilmek için ekibine
yapılacak saldırılara (mobbing) göz yummak, sessiz kalmak;
-Yöneticisine şirinlik yapmak için personelini küçük
düşürmek;
-Cüzdanını vicdanından ön planda tutmak;
-Herkese mavi boncuk dağıtırken, adaleti unutmak;
-Ben ne yaparsam yapayım, sıkıntı olmaz diye düşünmek;
-Herkes etrafından bir bir kaybolurken bile farkına
varamamak, görmek istememek;
İşte bunlar verilen birer sarı öküzdür. Bir kereden çok şey
olur, alışkanlık olur..
Siz sarı öküzleri verirken, onları çığlıkları her yere
yayılır aslında. Ancak duymazsınız, duymak istemezsiniz. Her bir taviz ardından
koskoca bir feryat, bir figan bırakır. Kaz gelecek diye tavuk esirgemeyenler,
sarı öküzleri de hiç esirgemeden kolayca kurban edecektir.
Ekiplerde kurban verilen sarı öküzlerin bıraktıkları
boşluklara bir gün o yöneticiler düşmeye başlayacaktır. Her bir çukura düştükçe,
verdiği tavizler aklına gelecektir. Ve asıl kaybettiği günü hatırlayacaktır.
Ancak artık nafile!..
Bu konuyu geçmişte yazdığım bir şiirim ile bitireyim:
SARI ÖKÜZ (25.05.2017)Züğürt Ağa filmi iş hayatına örnek olabilecek çok fazla konu
ve karakter içermektedir. Bunlardan bir diğerini sunmaya devam ediyorum. Önceki
yazımızda köy halkına verilen cennet tapusunu ve buna bağlı olarak çalışanlara
vaat edilen cennetlerden bahsetmiştim. Bu yazımda filmin ağadan sonra en önemli
karakteri olan Kekeç Salman’ı ele almak istiyorum. Erdal Özyağcılar tarafından
başarıyla canlandırılan bu karakter, hayatımızın birçok noktasında karşımıza
çıkması muhtemel tiplerden birisidir.
Kekeç Salman’ın hikayesi köyünden kovulup; karısı, kız
kardeşi ve çocuğu ile ağanın köyüne sığınmasıyla başlar. Önceki köyden de zaten
kötü işler yaptığı için kovulmuştur. Elinden hiçbir iş gelmemektedir. Ancak
kendisini ağaya acındırarak sığındırır. Ağa çocuğuna ve ailesine acımıştır. Basit
işler yapması için yanında kalmasına izin vermiştir.
Kekeç Salman, ağanın yanına yerleştikten sonra köylüleri
(marabaları) ağaya karşı kışkırtmaya başlar. Kuraklık nedeniyle hasat az
olmuştu ve ağa tarafından köylülere verilen pay da azalmıştır. Kekeç Salman marabaların
haklarını almaları gerektiğine inandırarak, bir gece vakti tahıl ambarını
soyarlar. Ağa tüm varını, yoğunu yitirmiştir. Marabalar da köyden şehre
gitmişlerdir. Sonunda ağa da her şeyini satıp, İstanbul’a taşınır. Hikaye bu
şekilde devam eder.
Ağanın acıyıp yanına aldığı kişi, ağanın ocağına incir
ağacını dikmiştir. Yine önceki köyde yaptığı kötülüğü yapmıştır. Ağa, Kekeç
Salman’ın geçmişini iyi araştırmadan, sorgulamadan evinin içine kadar
sokmuştur. Bu durum kendi sonunu hazırlamıştır.
İnsanların karakterleri belli bir yaşa kadar olgunlaştıktan
sonra pek fazla değişmez. Bu nedenle iş hayatında teknik yetkinlikler dışında
çalışanların karakterleri de oldukça önemlidir. Üstün becerilere sahip olsa da
kötü bir karaktere sahip kişiler her zaman işine ve çevresine zarar verirler. Çünkü
ne kadar çok iyi eğitim alsa da, ne kadar çok tecrübeli olsa da kişinin
karakteri bir süre sonra gerçek yüzünü ortaya çıkaracaktır.
Peter Schutz, Porsche CEO (1981-1986) tarafından söylenen şu
söz çok doğrudur: “Karakteri işe alın, yeteneği eğitin.” İşe alım süreçleri bu
sebeplerden dolayı çok önemlidir. Karakter
sahibi olmayan birisini ne kadar eğitseniz de karakterini değiştiremezsiniz. Günümüzde
artık işe alım sırasında birçok firmada kişilik testleri yapılmaktadır. Bunlar
belli bir ölçüde kişinin karakteri, huyu ve davranışları hakkında bilgi
verebilmektedir. Ancak yine de insanlar bazı kötü huylarını, kötü düşüncelerini
ve sinsi hesaplarını gizleyebilmektedir. Bazı deneyimli işe alım uzmanları bu
kişilerin yalan söylediklerini ve gerçek kimliklerini gözlemleyebiliyorlar.
Elbette bu zaman içinde kazanılan bir yetkinlik.
İşe alım sırasında yapılan teknik mülakatlar kişinin
yetkinliğini yani işi yapmak konusunda ehliyetinin olup olmadığını ortaya
koyar. Kişinin o işe ve firmaya layık olup olmadığını yani kişinin liyakatının
olup olmadığını ise diğer görüşmeler ve testler ortaya koyacaktır.
Karakteri kötü kişiyi işe almanın zararı sadece o kişi ile
sınırlı olmayacaktır. Zaman içinde ekibin içindeki diğer kişileri de ayartacak,
kandıracak ve kendi kişisel amaçları doğrultusunda kışkırtacaktır. Bir kişi
nedeniyle tüm ekibi hatta tüm şirketi kaybetmek durumuyla karşılaşılabilir.
Dolayısıyla işe alım sırasında “kötü birisi çıkarsa, işten atarım, gönderirim”
gibi bir yaklaşım doğru olmayacaktır. O kişi ile birlikte birçok iyi çalışanı
da kaybedebilirsiniz.
Aynı zamanda karakteri güçlü, şirketine bağlı ve iç
motivasyonu yüksek çalışanları da kaybetmemek, onları sonradan alınan kötü
karakterli kişilere tercih etmemek de gerekir. Ne kadar tecrübeli ve yetkin
olsalar da elinizdeki iyileri onlara kurban etmemelisiniz.
Sonuç olarak atalarımızın bu sözü çok gerçekçidir:
Türk sanat müziğinin benim de çok beğendiğim bir şarkısının
sözleridir:
Özellikle Zeki Müren tarafından oldukça güzel yorumlanmıştır (*). Sözleri pek anlamlıdır. Her ne kadar iki sevgilinin ayrılığını dile getirmiş olsa da genel olarak tüm ayrılıklar için geçerlidir. Benzer ayrılıkları iş hayatında da yaşamaktayız. Elbette sevdiklerimizle yaşadığımız ayrılıklar gibi derinden etkilemese de nihayetinde bir yeri terk etme, uzaklaşma, bırakıp gitme olduğu için başka türlü etkileri olabilmektedir.
Günümüzde, iş hayatında duygusal olmanın gerekli olmadığı, ayrılıklara
da profesyonel yaklaşılması önerilmektedir. Aslında haklı bir görüştür.
Karşılıklı anlaşmaya/sözleşmeye ve alışverişe dayalı bir akit olması nedeniyle
duygusal yaklaşmak anlamsız görülebilir. Ancak insani erdemlerimiz nedeniyle
bulunulan mekanla veya işyerleri ile duygusal bağ kurmamız da garip bir durum
değildir.
Şirketlerden çalışanların neden ayrıldığına veya ayrılmak
istediğine dair pek çok araştırma yapılmıştır. Ücret politikası, terfi şartları,
gelişim imkanları, yan hizmetler, eğitim ve çalışma ortamı gibi pek çok kriter
bunun nedeni olabilmektedir. Ancak ayrılıkların nedeni sadece tek bir nedene
bağlanamaz, birkaç sebebin oluşması gerekmektedir.
Her şeyin mükemmel olduğu, tüm çalışanların üst seviyede
memnun kaldığı işyeri yoktur. Bu bir ütopyadır. Her şirketin bir diğerine göre
artıları ve eksileri vardır. Bir işyerinde iyi olan bir şey, başka bir
işyerinde yetersiz olabilir. İşyerinden büyük beklentiler nedeniyle ayrılanlar
genelde hüsrana uğrarlar. O bardak hiçbir yerde ne tam olarak dolacaktır, ne de
bomboş olacaktır.
İşyeri değiştirmek alınması çok zor bir karardır. Gitmek mi
yoksa kalmak mı daha doğru olacaktır? Bazen bunun cevabı çok kolay olabilir.
Çalışma şartları dayanılmaz hale gelince ayrılık kararı almak çok kolaydır.
Ancak yine de ayrılık kararı sonrası oluşacak belirsizlikler insanı
ürkütecektir. Hatalı bir kararın bazen geri dönüşü olamayacaktır. Pişmanlık
duyulsa da artık çok geçtir, geri dönülemez.
“Kararlılık” bu konuda yapılması gereken en doğru şeydir.
Gelgitler yaşamak yerine bir karar alıp, ilerlemek en doğrusudur. Gitmeye karar
verince fazla düşünülmemelidir, ayrılmak en iyisi olacaktır. Ayrılık sonrası yaşanılacak zorluklar,
duygusal depresyonlar ve belirsizlikler zaman içinde kaybolacaktır. Ancak yine
de hafızalarda kalan hatıralar hüzünlendirecektir.
O halde şarkımızın sözlerine devam edelim:
(*): Dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=ChCK04zxvp0
Türk sinemamızın önemli filmlerinden birisi de “Namuslu”
filmidir. Namuslu, yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in yaptığı ve başrolünde Şener
Şen'in oynadığı 1984 yapımı Türk komedi filmidir. Şener Şen'in ilk başrol
oynadığı filmdir. Filmin birçok akılda kalan sahnesi vardır. Ancak filmin ana
konusu dışında bazı özel kareleri de vardır.
Filmin bir karesinde üzerinde “Bozuktur” yazısı bulunan
asansör vardır. Bu yazı genel müdür gelince yerinden kaldırılmaktadır. Genel
müdür dışında tüm çalışanlara bu asansör bozuktur. Sadece genel müdür
kullanabilmektedir. Filmin teatral kurgusu gereği belki böyle bir abartı
yapılmış olabilir. Ancak gerçek hayatta da sadece birilerine hizmet eden
ekipmanlar, araçlar ve kişiler vardır. Ya da, bazı şeyler sadece size bozuktur,
başkalarına sağlamdır. Başkalarının kullanabildiği ekipmanları sizin
kullanmanıza izin vermeyebilirler. Başkaları için her şeyini ortaya koyan
kişiler sizin için nice nice zorluklar çıkarabilirler. Hayatınızda, mutlaka
sadece size bozuk olan bir asansör vardır elbette..
İş hayatında da birçok asansörle karşılaşırız. Bunların bazıları
yavaş yükseliyor, bazısı ise çok hızlı. Kimin hangi asansöre bindiğini
bilemiyoruz. Birileri kariyer yolundaki kademeleri ışık hızında yükselerek
atlarken, bazıları ise aynı yerinde yıllarca kalabiliyor. Terfi zamanı gelince
başkalarına açık olan kapılar bir anda sizin için kapanıverir. Sizin
bineceğiniz asansöre bir anda “bozuktur” yazısı asılır. Öylece o pozisyonda
kalırsınız ve yıllarca asansörün önünde beklersiniz.
Kamu kurumlarında veya hastanelerde kapıdaki görevlilerden
bu sözü sıkça duymuşsunuzdur. Gitmek istediğiniz yere giriş iznini almak için
bu kapıdaki iri yapılı ve çoğunlukla pos bıyıklı, sert yüzlü ve aksanlı konuşan
görevliyi aşmanız gerekir. Siz ne kadar girmek için ısrar ederseniz edin,
alacağınız cevap aynıdır: “Yasak kardeşim yasak!”
Aynı durum işyerinizdeki kariyer yolu asansörünün önünde
bekleyen görevliler için de geçerlidir. Sizin terfi alma zamanınız gelince
türlü türlü engeller çıkarılır. “Bu yıl olmaz, seneye yaparız”, “Ekibinizdeki
şu arkadaşın bu yıl yüksek performansı vardı, seneye sen de aynı performansı
gösterirsen terfi edebilirsin”, “Bu sene yöneticilik kadromuz yok, gelecek yıl
açılmasını bekliyoruz”, “Bu dönemki mali durumumuz iyi değil, terfi veremeyiz”,
“Üst yönetimin kararı gereği terfi için şu kadar yıl beklemen lazım” gibi
cevaplar gelir. Siz “ama ekibimizdeki arkadaş terfi etti” demeye başlarsanız
sözünüz kesilir ve susturulursunuz. Böyle durumlarda başka bir asansör beklemek
çoğunlukla beyhudedir. Başka asansörün önüne gitseniz de yükselemezsiniz, terfi
alamazsınız..
Bizim insanımız böyledir işte:
** Proje ekipleri çay içerken, sigara içerken proje dışı konuları konuşup, geyik muhabbeti yaparlar. Projeyle ilgili konuları "toplantılarda" konuşurlar..
** Herkes başkasının yaptığı işi kendisinin daha iyi yapacağını düşünür. Hele ki bu proje yöneticiliği ise, herkes "üstad" kesilir. Buyur, gel otur koltuğa arkadaş!
** Herkes tarafından sevilen birisi olmak istiyorsan; proje yöneticiliği yapma! Dondurma sat veya şirkette başkalarının hakkında dedikodu yap!
**Her insan aynı değildir! Hatta her insan her gün bile aynı değildir! Hesabını insanın ruhiyetine göre değil, işin olması için yap!..
** Her gün birilerinin dedikodusuna laf yetiştirmeye çalışırsan; proje yöneticiliği yapmaya vaktin kalmaz! Bırak taşlar cebinde kalsın, işimiz şeytanları taşlamak değildir!..
Entropi, çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve
düzensizlik (kaos) olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye birçok alanda
yararlanılır. Bu kanunun en güzel tariflerinden bir tanesi de "Evrende her
şey, kendini minimum enerji ve maksimum düzensizliğe çekmek ister."
şeklindedir. Günümüzde şirketlerin işgücü kaynağı da yüksek bir
entropi(düzensizlik) değerine sahip durumdadır. Ciddi şekilde çalışan
(personel) kaosu yaşanmaktadır. Firmaların İşgücü Devir Oranı (turn over rate)
çok yükselmektedir. Çalışanların bir şirkette uzun süre çalışma süreleri
gittikçe azalmaktadır.
Pekala, bütün bu kaosun nedeni sadece çalışanların işini ve çalışma
şartlarını beğenmemeleri midir?
Bunu söylemek, sorunu önemsizleştirmekten başka işe
yaramayacaktır. Eskiden “giderse gitsinler, kapımda bekleyen yüzlerce kişi var”
anlayışı hakimdi. Bu nedenle çok da dert edilmiyordu. Elbette iş değişikliği
kararını veren sonuçta çalışanın kendisidir. Ancak birikmiş sebepleri detaylı
incelemek gereklidir. Hiç kimse canının sıkıntısından veya beyhude bir heves
uğruna işini, emeğini ve birikimini bırakıp gitmek istemez.
Bir diğer husus ise firmaların, başka firma personellerini
gözünde büyütmesi ve onları kendi personellerinden daha iyi görmeleridir. Yani
atasözünde belirtildiği üzere, komşunun tavuğunu kaz olarak görme çabasıdır. Hatta
bazı firmalar “Bak, X firmasından adam çektik” diye övünç kaynağı bile
yaratabilmektedir. Bütün firmalar başkalarının personelini kapma veya kopartma
peşinde koşunca da piyasada kaos oluşmaktadır.
Artık öyle bir durum oluştu ki, futbolcu transfer borsaları
gibi personel kapma borsası oluştu. Piyasanın güçlü ve tanınmış firmalarındaki
personellerin kendi reklamlarını yapmalarına bile gerek yok! Çünkü ne kadar
yetersiz olursa olsun, X firmasından geliyorsa, iyidir zaten diye bir anlayış
var. X firmasının kovduğu personeller bile iyice araştırılmadan, incelenmeden
gözü kapalı rakip firmalara alınabiliyor. Firmalar ellerindeki personelin
değerini tam bilmeden, başkalarını yüceltebilmektedir.
Sonuçta ne oluyor? Kendi personeli küsüyor, arayışa geçiyor.
O personel ayrılırken arkasından birkaç kişiyi daha yanında götürüyor. Bu döngü
böyle devam edip duruyor. Tam bir “doldur-boşalt” sistemi işliyor. Kazlar ve
tavuklar ortalıkta koşturuyor!
Bu kaos ortamında olan projelere ve proje yöneticilerine
oluyor. Ekip sık değiştiği için ne gerçekçi planlamalar yapılabiliyor ne de
hedefler tutturulabiliyor. Bir personelden tam verim alınacağı zamanda, başka
bir firmaya gidiyor. Yerine başka firmalardan alınan personel de bir şeyler
yapabilecek hale gelince o da başka yere geçiyor. Her bir personel değişiminde
elbette projelerdeki işler de aksıyor veya duruyor.
Mazeretimiz de hazır elbette: “Malum piyasa şartları,
elimizde personel tutamıyoruz!”
Bu kaosu yaratan da zaten firmaların kendi anlayışları ve
yaklaşımları değil mi? Sözümüzü Barış
Manço’nun Kazma şarkısının sözleriyle bitirelim..
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma”
Seksenli yılların sonuna doğru arabesk ve taverna
müziklerinin popüler olduğu dönemde şarkıcı Arif Susam tarafından söylenen ve
oldukça meşhur olan bir şarkı vardı: “Sıktı Mı Canını”. Şarkı sevgilisinin
canını sıktığı zaman kovup, başka birisini kolayca bulabileceğini
anlatmaktadır. Sözleri pek manalı olan bu şarkıya dayanarak sevgilisini
bırakıp, başkalarını aramaya kalkan var mıdır? Bilemiyorum. Doğru bir hamle
olacağını sanmıyorum. Nakarat sözleri şöyledir:
Aşk hayatında olduğu gibi iş hayatında da canımızı sıkan çok şeyler oluyor. Bazı kişiler bizi işten bezdiriyor, soğutuyor ve hatta bunaltıp, kaçırtıyor. İş hayatında herkesle mükemmel bir uyum içerisinde, hiç sıkıntı yaşamadan çalışmanın imkanı yok. Mutlaka çatışmalar ve tartışmalar oluyor. Rekabet içinde olan kişiler arasında bunların olması beklenen bir şeydir.
Bir diğer durum ise, ast-üst ilişkisi içerisinde olan kişiler arasındaki çatışmalar sonucunda ortaya çıkan sıkıntılardır. Yöneticiler de bağlı çalışanlarıyla sıkıntılar yaşayabilir. Bazen birbiri arasında sorun yaşayan çalışanlar arasında hakemlik, arabuluculuk görevi üstlenebilirler. İşte bu durumları yönetmek, bir yöneticinin önemli görevidir. Ancak pek kolay olmayan bir görevdir. Tecrübeli yöneticiler bu durumlara aşina olduğu için onlar olayı ve sonuçlarını iyi yönetirler ve en az hasarla atlatırlar. Böyle yöneticiler her zaman bunlara hazırlıklıdır ve önceden önlem almaya çalışırlar.
Yeni yöneticiler veya yöneticilik yapma vasfı olmadığı halde yönetici olanlar, personeliyle çatışma halini de iyi yönetemezler. Çoğu zaman polemiğe girerler veya personelleri arasında taraf tutarlar, birisini diğerine kayırırlar. Astlarından gelen her sorunu kendisine yapılan bir hakaret olarak algılayıp, kişiselleştirir ve sorunu çözmek yerine daha çözümsüz hale getirirler. Bazen de kolaycılığa kaçıp, personelini kovmaya veya ekibinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Çünkü onların canını sıkan kişi ile çalışmaya devam etmenin pek de anlamı yoktur.
Bazı çalışanlar cesaretlidir ve gerçekleri olduğu gibi yöneticilerine söyleyebilirler. Kral çıplak demekten korkmazlar. Kimi yöneticiler bu durumdan rahatsız olmazlar ve ekibini bu konuda cesaretlendirirler. Ancak çoğu yöneticiler gerçeklerin yüzlerine apaçık söylenmesinden hoşnut olmazlar. Bazen anlık tepki gösterirler, bazen de kin de beslerler. Fırsatını buldukları anda da öç alırlar. Personeli kovmak için kendilerince argümanlar üretirler. Performans düşüklüğü, iletişim bozukluğu, işleri zamanında yapmama gibi gerekçeler ortaya koyarlar. Kısacası mobbing yaparlar. Çalışanlar da bu durumu gördükleri zaman politik davranmaya başlarlar ve gerçekleri gizlemeye, saklamaya çalışırlar.
“Elimi sallasan ellisi, başımı sallasam tellisi”
Yöneticiler canını sıkan personellerini kovduktan sonra arayışa geçerler. Onlara göre personel bulmak kolaydır, herkes o şirkette çalışmak için can atıyordur. Her şey bir eleman ilanına bakıyordur. Hatta insan kaynaklarının elinde yüzlerce özgeçmiş vardır ve hemen birisini bulup, getirebilirler. Çünkü piyasada çok işsiz insan vardır. Ya da işinden memnun olmayan çalışanların kolayca aklını çelip, kendi firmasına çekebileceklerdir. Onlara göre her şey bu kadar basittir. Bu nedenle bir çalışan canını sıkınca, onu hemen kovmalı ve yerine başka birisini getirmelidir. Canını sıkan ile çalışmaya devam etmek, onu tekrar kazanmaya çalışmak, zorlamak aslında beyhude bir çaba olarak görülür.
“Arayan Mevla'sını da bulur, belasını da”
Ancak günümüzde iyi personel bulmak kolay değildir. Çünkü artık iş hayatında etkin olan “Y” ve “Z” nesli geçmiş nesillerden farklı düşünmektedir. Eskiden insanlar için sigortalı bir iş olması, yaşayabilecek kadar maaş olması ve yol ücretinin karşılanması yeterliydi. Bunlar olduğu zaman insanlar uzun süre bir şirkette çalışmaya devam ediyordu. Günümüzde korku ve tehdit yönetimi yerine motivasyon ve teşvik odaklı yönetim biçimi yaygınlaşıyor. Ast-üst ilişkisi yerine liderlik ve işbirliği öne çıkıyor. Artık sadece iyi maaş verilmesi çalışanların kalıcı olması için yeterli sebep değildir. Yöneticilerin artık bunların farkında olması gerekiyor. Öyle her canını sıkan çalışanı kovmak, kurtulmak düşüncesinden uzaklaşmalılar. O çalışanın yerine birisini bulmak kolay değildir. Diyelim ki, kolayca birisini buldular, o zaman da o kişinin iyi birisi olup olmayacağı da belirsizdir.
Elbette çalışanların da kovulmasını gerektiren durumlar oluşabilir. Şirket çıkarlarına bilerek zarar veren, işlerini bilerek aksatan veya çalışma ortamını geren, zorlaştıran çalışanlar olabilir. Bunlar için gerekli uyarılar yapılmalıdır. Ancak asıl amaç çalışanları kaybetmemek üzerine olmalıdır. Aksi halde doldur-boşalt düzeniyle işleyen iş yerlerinde başarı elde edilemez. Çalışanı kazanmak için zorlamalıdır. Bütün bu çabalara rağmen çalışanların ayrılması durumu olursa da artık yapılabilecek şey kalmamıştır.
Durun! Başlığa bakıp tedirgin olmayınız. Konu bildiğiniz gibi, düşündüğünüz gibi değil. Bambaşka bir bakış açısına yöneliktir.
İş hayatında çok değişik tipte insanlarla birlikte çalışırız, çalışmak zorunda kalırız. Ekibimizdeki bazı kişilerle anlaşamayız, bazı kişilerle de çok iyi ilişkiler kurarız. Profesyonel hayatın gereklerine uygun olarak hareket ettiğimiz sürece sorun yok.
Çünkü iş hayatındaki temel beklentilerimizden birisi ve belki de en önemlisi "para" kazanmaktır..
Eğer gönüllü bir faaliyet yapmıyorsak, "maaş" verilmediği sürece hiçbirimiz çalışmaya devam etmeyiz.
Ancak para kazanmanın yanı sıra iş hayatından başka beklentilerimiz de vardır. Örneğin terfi almak, yapılan işten haz duymak, seçkin çalışan olmak, ilerlemek ve etki alanını genişletmek, güç sahibi olmak, ödüllendirilmek vs. gibi beklentilerimiz vardır.
Ne yazık ki, birçok firmada bu beklentilerin çoğu karşılanmaz ama çalışmaya devam ederiz. Ya aldığımız maaş görece yüksektir, ya da başka bir yerde iş bulma şansımız azdır. Bu nedenle, memnun olmasak da sırf parası için çalışmaya devam ederiz.
Fahişeler de yaptıkları işten zevk almadıkları halde para kazanmak için işlerini yapmaya devam ederler.
Korkmaya, gizlemeye gerek yok, iş hayatımızın bazı dönemlerinde birçoğumuz bu şekilde çalışmak durumunda kalmışızdır. İtiraf edeyim geçmişte bazı dönemlerde ben de bunu yaşadım. Çalıştığım firmalarda yaptığım işten zevk almadığım ancak para kazanmak için katlandığım zamanlarım oldu.
Şu an çalıştığınız ekiplerinizde benzer durumda olanlar vardır. Bazen bu kişileri tanırsınız, anlayabilirsiniz. Fakat bazıları hiç hissettirmezler, sahte sözlerle işlerini çok zevkle yaptıklarını falan anlatırlar. Gerçek öyle değildir..
İşini tutkuyla yapan ve yaptığı işten zevk alan, haz duyan çalışanlar ise maddi ödülleri çok fazla önemsemezler. Değer görmek, saygı duyulmak ve terfi ettirilmek bu kişiler için daha etkin bir motivasyon kaynağıdır.
İçinizden "öyle çalışan kaldı mı ki?" diyenleriniz vardır belki de.. Az da olsa birkaç tane kalmıştır, şöyle bir etrafınıza bakın..
Sözümüz meclisten dışarı. Hasb-i hâl eyledik.
Sürç-i lisan etmişsem, affola. Vesselam.
"İş Hayatına" fazla anlam yüklemeyin..
Onun yerine, -varsa- "eş hayatına", "aile hayatına", arkadaşlığa ve dostluğa önem verin. İş hayatı, sizin verdiğiniz emek ve hizmet karşılığında kazandığınız paraya dayalı bir sistemdir. Yöneticileriniz, patronlarınız da bu üretileni satarak, yine aynı şekilde para kazanmaya çalışmaktadır. Bu kadar basit işte. Fazlasını beklemeyiniz.
"Çalışmak güzel olsaydı, kimse üstüne para vermezdi"
Profesyonel hayatın içindeyiz. İş hayatından beklentilerinizi yüksek tutarsanız, karşılanmayınca mutsuz olursunuz. Çıtayı çok yukarı çıkarırsanız, düştüğünüz zaman acısını fazla hissedersiniz.
İş hayatı elbette zor. Eğer ortada hukuki bir haksızlık yoksa, maaş ve sosyal haklarınızda illegal durumlar yoksa, çok duygusal olmaya gerek yok. Haksızlık olduğunu düşünüyorsanız da kanun ve hukuk içerisinde hakkınızı ararsınız. Sosyal medyada feryat etmeniz, ağlamanız, zırlamanız fayda vermez. Linkedin ağlama duvarı değildir.
Dostluklar da profesyonellikten doğar. Geçmişteki bir çok çalışma arkadaşımla ilerleyen süreçte ilişkilerimiz dostluğa dönüştü. Elbette herkes ile dost olacağız diye bir şey yok. "Anlam" ve "Değer" çok önemli kavramlar. Her şey anlamlı ve değerli değildir. Önemli olan neye "anlam" yüklediğinizdir.
İş hayatında tiatral olmayın..
Yazının başlığına bakarak sakın bunu sarhoş bir halde yazdığımı düşünmeyiniz. Bilinçli şekilde yazılmıştır. Cellatlarla ilgili birçok hikaye anlatılır. Bunlardan bir tanesi gerçekliği bir yana, iş hayatına uyarlanabilecek bir benzetim içermesi açısından güzeldir.
Eskiden bir yerlerde mahkumlar ile cellatlar son gecelerinde birlikte eğlenirlermiş. Sabah da cellatlar, sarhoş mahkumların farkında olmadıkları anda kafalarını keserlermiş. Yine bir sabah mahkumlardan birisi cellada sormuş:"Neden hala kafamız kesilmemiş, yoksa affedildik mi?". Cellat ise :"Hayır ben işimi yaptım, ayağa kalktığın anda kellen düşecek". Gerçekten de öyle olmuş, mahkum ayağa kalktığı anda infazın yapıldığını anlamış.
İş hayatının hızla akan koşuşturmacaları ve mücadeleleri arasında birçok şeyin farkında olamayabiliyoruz. Belki de kafamız çoktan koparılmıştır ancak bizler henüz anlayamamış, idrak edememişizdir. Hala bulunduğumuz konumun, sahip olduğumuz ünvanların, iş çevremizin, dostlarımızın, iş arkadaşlarımızın yerinde olduğunu düşünüyoruzdur. Gerçeği anlamak için, iş dünyasının sarhoşluğundan kendimize gelip, ayağa kalkmamız gerekecektir. İşte o anda kafamız yere düşecektir.
Ve ilginç olan ise; çoğu zaman cellatlarımızla son gecemizi güle oynaya, eğlenerek geçiririz!
Kalın sağlıcakla..
Benim çok sevdiğim bir atasözü vardır: "Hamama gidip kurnaya, düğüne gidip zurnaya aşık oldu" diye.. Eskiden bunun benzeri anlamda "maymun iştahlı" deyimi vardı. Bir işi bitirmeden, başka bir konuya atlayan, onu da tamamlamadan bir diğerine geçenler için kullanılır.
İş hayatımızda da bunun gibi çalışanlarla çok karşılaşıyoruz. Bir konuda tam uzmanlaşmadan diğerini öğrenmeye çalışanlar artmaya başladı. Bir süre sonra; her şeyden bir şeyler bilen ama hiçbir şeyi tam olarak bilmeyenler topluluğu oluşuyor. Her gördüğüne, duyduğuna meyleden, göz kırpan kişiler ne yazık ki ellerindeki işleri tamamlayamadan, diğerine geçiyorlar.
Yeni işe başlayanlarda şöyle bir algı, düşünce oluştu: "ABC firmasına bir kapağı atayım yeter!".. "Önce biraz tasarımcılık yaparım, beğenmezsem üretim tarafına geçerim. Orada yapamazsam planlama bölümü var. Okulda ERP dersi almıştım, yaparım herhalde.. Ayrıca İngilizcem de fena değil, belki satın alma departmanına atlarım, ya da belki dış görüşünüm güzel olduğu için iş geliştirmede çalışırım. Ağzım iyi laf yapar, müşterileri kafalarım eyvallah. Orada sıkılırsam da amaaan canım n'olacak sanki, hiç olmazsa proje yönetimine geçerim!.." diye hayal ediliyor.
İşte durum böyle vahim!
Sanırım bunun biraz sorumlusu da işe alım sürecindeki yöneticiler. İşe alım sırasında ne iş yapılacağını, nelerden sorumlu olacağını bazen net olarak belirtmiyorlar. İşe alım sırasında pembe tablolar çizen yöneticiler gördüm. Bilgi ve deneyimden daha çok dış görünüş, konuşma şekli veya maaş beklentisine göre karar veren yöneticiler var. Yanlış işe, yanlış çalışan alındığı için de çalışanlar da bir süre sonra bölüm değiştirmeye başlıyorlar.
Elbette, bir konuda uzmanlaşanların daha üst pozisyonlara geçiş yapması beklenen durumdur. Bir çalışanın bütün hayatı boyunca aynı işi yapması beklenemez. Ancak yeterli tecrübe ve bilgi birikimine ulaşmadan diğer işlere öykünülmemelidir.
Hamamdaki kurnanın sıcaklığı, düğündeki zurnanın sesi her zaman güzel olmayabilir!
Hani bir atasözü vardır: "Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.." diye..
Bir benzeri ise: " Adın çıkmış dokuza, inmez sekize.."
İş hayatında da aynı şeyler geçerli olmaktadır. Birisi sizin hakkınızda bir söz söyler, yapışır kalır. Her ne kadar aksini ispat etmeye çalışsanız da artık o söz üstünüzde kalır..
"Efendim o kişi şöyle şöyle yapar/yapmaz .." diye başlayan bir sözle başlar her şey. Sonra uğraş, uğraşabilirsen! Hele bir de yanına birkaç yandaş bulup, ikna etmişse, vay halinize!
Kuyuya taşla birlikte sizi de atarlar..
Sonra anlat derdini Marko paşaya. Nafile!
Bizim kültürümüzde namus denilince hep cinsel yönden yaklaşılır. "Namuslu/Namussuz İnsan" denilince hep bilindik kavramlar aklımıza gelir..
Bence iş "etiği" gibi entellektüel sözlere gerek yok. Bunun yerine iş "namusu" olmalı..
Kuyuya taş atmadan önce, namus kavramını bir kere olsun düşünmeli..
Namus iki bacak arasında değildir, iki dudak ve iki göz arasındadır. Nasıl bakarsan, nasıl söylersen öyle düşünürsün!